Friday, May 16, 2008

01 Akvaryumdaki KELİMELER ISLAK KIRMIZI ELBİSEYE Düşüyor-

:: Özgün Tanglay ::
-----------------------------

ÜST ÜSTE, YAN YANA, DİP DİBE SESLER, SÖZLER, RENKLER, BİÇİMLER, IŞIK ARASINDA. KİMİN KİMİ İZLEDİĞİNİN ANLAŞILMADIĞI BİR ORTAMDA. GÜNDELİK YALANLARA YER YOKKEN...

Genco Gülan’ın “YEN!” adlı projesi, 16. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında Pera Müzesi’nin dışında başladı ve içinde sergilendi.

Bu interaktif oyun boyunca, kimi zaman akvaryumun yanı başında, kah üzerinde kelimeler gezinen kırmızı elbiseli kıza gözlerimi dikmiş bakıyor, kah sergilenen bu “iş”in içinde yürüyor, kah ışığın önüne geçiyor, bu bedenlere dokunabilecek kadar yakın hissediyordum. İçinde dolaştığım bu oyunda, adına "sahne" denen mekansal bir ayrımla, seyirci-üretici arasına sınırlar çizilmemişti ve kimin kimi izlediği son derece göreceliydi.

İşi anlatmaya, tanıtmaya nasıl başlasam? “Ses ve ışık şöleni” diye başlardım söze; eğer bu oyun elimde bir ürün olsa, ben de onun tanıtımını yapan bir reklam yazarı olsaydım. Oysa tam da bir anti-şölendi söz konusu olan, bir kaos ortamı; barındırdığı tüm estetik değerlere, yarattığı cümbüşe, rengarenkliğine rağmen. “YENİ”, klişe cümleler eşliğinde de tanımlanabilirdi belki ama, tam da böyle tanımlara karşı duruyordu işin kendisi. Üst üste, yan yana dip dibe idi sesler, sözler, renkler, biçimler, ışık. Ve yalanlara; hani gündelik hayatta karşılaştıklarımıza pek de yer yoktu bu işin içinde.

Her şey, Pera Müzesi girişinde, kondisyon aleti üzerinde hareket halinde aryalar söyleyen beyazlar içindeki genç oyuncunun performansı ile başladı. Elinde tuttuğu, yani insan sesi aracılığıyla müziğe dönüşen metinler ise Marcus Graf’ın “Genco Gülan: Kavramsal Renkler” adlı yeni kitabından.

Eşzamanlı olarak tesadüfen yoldan geçenlerin ilgisine ve hatta tepkisine de maruz kalacaktı “YENİ”: Küfür ederek geçti adamın biri, alkışlayarak ve kahkahalar atarak Beyoğlu’na doğru yol aldı bir diğeri, “Bu ne lan?” diyerek geçerken futbol formalı delikanlılar; “Sevdin mi, bak” diye sokak çocuklarından birine şefkat gösteriyordu genç bir seyirci. Birbirinin yanından kayan anlamlar, anlamalar, duygular, emekler, düşünceler sarkıyordu Pera Müzesi’nin girişinden.

Pera Müzesi’nin girişindeydi gösteri. Salona girdiğimizde oyuncular buradaki yükseltilerde yerlerini almış, doğaçlama şekilde oynamaktaydılar. Burada çarpışan farklı modeller vardı, güzel ve anlamsız ve çirkin ve anlamlı cümleler; sesler, kadınlar, erkekler, kostümler, yüzü bölen çizgiler, dijital izdüşümler, havada gezinen renkler vardı.

Mavi bir kostümle tek bedene dönüşmüş iki oyuncunun bitmeyen kavgası sürdü oyun boyunca. Ve hiç durmadan kayan patenli kız, elinde tuttuğu renkler üzerine yazılmış teknik kitabı, gülümseyerek sesli bir şekilde yılmadan okudu performans boyunca. Koşu bantlarında koştu bir adam ve kadın – durmaksızın. Ve biz – izleyiciler – onları izleyip durduk, onlar da bizi... Oyun boyunca.

Söylenen her şey anlamını yitiriyor, tüm anlamlar hızla kayarak birbirinden uzaklaşıyordu. Kaotik bir durum vardı ve elemanlar ne toplanabiliyor, ne çıkarılabiliyordu birbirinden; sadece kaos yaratmaya muktedirlerdi hep birlikte. Bu bir oyundu. “YENİ” bir oyun. Hiçbir cevap, havada uçuşan sorulara denk değildi. Bu bir oyundu ve burada hiçbir şey ne zamansal ne de anlamsal olarak örtüşmemekte idi. Hiçbir eylem, bağlamına ait değildi. Şarkılar, koşu bantları, kelimeler... Dolayısıyla renkler de; ve hatta seyirciler de. Onlar da olmaları gereken yerde değildi. Belki de oyuncular da. Global dünyada neyin nerede olması gerektiği belli olmadığı için mi?

Buradaki her beden ayrı renkti de, her renk aynı düzlemde değildi ki. Kimi hareketli, kimi sabit, kimi suda, kimi havada, kimi alçakta, kimi yüksekte, kimi sesli, kimi sessiz... Teknoloji de konumlanmıştı zamansal boyutuna işaret ederek bu performans içinde. “YENİ” bu çağa aitti, önceye değildi, sonraya da olmadığı gibi.

“Hayat çıksın dışarı” diye bir cümle takıldı kulaklarıma bir an. O an düşündüm ki “NEDEN?” sorusu dışarıda kalmalıydı bu oyunda.

Kırmızı elbisesi ile suya daldığında oyunculardan biri, “şuna bak, dev bir kırmızı balığın üzerine kelimeler yapışmış” diye haykırıyordu içimdeki kız, kırmızı elbisenin sudaki masalsı estetiği onu geçmişe götürdüğünden olsa gerek. İpek bir eşarbın havada salınımına nispet yaparcasına şiirseldi elbisesinin sudaki devinimi. Üzerine projeksiyon aletinden yansıtılan kelimeler düşmekteydi. Bedenine yansıyan sözler, onu daha çok üşütüyor gibiydi. Gözlerimi alamadım uzun süre. Bu görüntü hala cep telefonumun ekranını süslemekte.

Bir akış beklemek, bir başı, sonu olsun istemek, böylesi çizgisel tanımlar arasına sıkıştırmaya çalışmak hata olur “YENİ”yi. Hani “mekan” ona yüklenen işlevlerle anlam buluyor, kendi tarihini yazıyor ya; bu oyun da izleyicilere sunulan içi boş bir mekan gibi. İçine anlamı sizin katacağınız bir kutu; ya da onlarca anlam içinden istediklerinizi seçeceğiniz bir karma.

“Ay, bu gidişle sütun gibi bacaklarım olacak” dediğini duymamış olsaydım şans eseri, oyun boyunca kondisyon aleti üzerinde hareket halinde aryalar söyleyen genç oyuncunun, “tüm oyuncular farkında bedenleriyle söylediklerinin” diyebilirdim rahatlıkla. Ama, sanıyorum ki onlar, sanatçının kurduğu bu dünyanın güzel oyuncakları.

Festival broşüründe “doğala eklenerek çoğalan elektronik renkleri konu alır. Gösteride makinelerde sıkça kullanılan renklerden altı tanesi kullanılır: mavi, kırmızı, sarı, yeşil, gri, pembe. Gösteri işte bu yeni renkleri, yeni teknolojileri kullanarak ve dönüştürerek işler” yazıyordu. Ben bunlardan söz etmedim. Bu, daha çok, oyundan ağzımda kalan tatlar ve yaşadığım deneyimlerle beslenmiş bir izdüşüm. Eminim ki başka başka gözler, başka başka sözler söyleyecekler, çünkü izleyene kesinlikle bu fırsatı tanıyan bir şey “YENİ”...

-- 12 Mayıs 2008 tarihindeki genel provanın ardından kaleme alınmıştır.
.