Wednesday, June 4, 2008

11 Yen!

:: Yeşim Tuncay ::
-----------------------------
Kısıtlı mekânları, kısıtlı zamanları yaşatan, eş zamanlı performanslarla Yen!, içinde yaşadığım şehrin, yüzyılın bir özeti gibiydi. Taşı toprağı altın İstanbul maalesef her geçen gün dikilen binalarla griye dönerken daha da ışıldıyor. Bu sahte renklerin sahte ışıltıların altında hapsolmuş nafile yıldızları görebileceğim bir yer arıyorum.

Pera Müzesi’nde de bir kırmızının bir mavinin yanında renklerin içinde dolandım durdum. Yeşil performansçı patenleriyle aramızda dolaşırken bir yandan da “Genco Gülan: Kavramsal Renkler” adlı kitaptan renkler hakkında bilgiler okuyordu. Yeşil, doğa anayı simgeliyor gibiydi; dokunuşuyla diğer performansçıları harekete geçirip onları yönlendirirken bütün bir performans boyunca patenleriyle aramızda kaymaya devam etti. Koşu bandının üzerinde yer alan performansçılar yeşilin dokunuşuyla yürümeye başladılar. Ayaklarında spor ayakkabılar, üzerlerinde gri takım elbiseleriyle karşılıklı yürürken, bir yandan biri resim yapıyordu, diğeri elindeki not defterine, “Gidecek başka bir yer yok mu?” yazıyordu. Kâğıdı yırtıp elime tutuşturduğunda gidecek bir sürü yer geçti aklımdan. Zaten kime sorsanız alıp başını gidecek, yerleşecek güneye; gerçek renklerin diyarına. Sadece güneş ve deniz, gerçek sarı, gerçek mavi… Gerçek renkler diyarında zaman sınırsızca akarken, büyük şehirde hayat hızla geçip gidiyor. Hiçbir şeye yetişemediğimiz gibi sığışamıyoruz da bu ‘büyük şehre.’ Sanki griler gibi bizler de sürekli koşu bantlarının tepesindeyiz. Üstelik giderek daha da hızlı koşmamıza rağmen bir yere vardığımız da yok. Hepimiz griye bulanmış, olduğumuz yerde çakılıp kalmışız.

Yeşil, patenleriyle kayarak hemen ilerideki kaidenin üzerinde pembeler içindeki performansçıya yaklaştı ve onu da harekete geçirdi. Pembe, bir bilgisayarın ağzından, bir kendi ağzından konuşmaya başladı. Elindeki maskeyi yüzüne tuttuğunda bilgisayarın sözlerini, maskeyi uzaklaştırdığında ise kendi sözlerini söyledi. Bir kargaşa vardı diyaloglar arasında, ayrı dilden konuşuyorlardı. İnsan ve teknoloji bir türlü anlaşamıyordu. Her geçen gün kendi geliştirdiği teknolojiye ayak uydurmakta zorluk çeken insanoğlu aynı zamanda onun esiri oldu. Cep telefonumuz, bilgisayarımız olmadan şuradan şuraya adım atamıyoruz. Bütün gün bilgisayar ekranlarının ardına saklıyoruz soluk yüzlerimizi. Arkadaşlarımızla karşılıklı oturup sohbet etmek yerine, onlara kısıtlı zamanımızda ancak küçük bir ‘chat’ penceresi açabiliyoruz. Bu tarz bir iletişim kurmaya çalışırken de bir bakıyoruz ki ‘disconnected’ olmuşuz.

Bir başka kaidenin üstünde ise aynı mavi kostüm ile birbirlerine bağlı, bir nevi denizkızlarını andıran iki performansçı yer alıyordu. Halid Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah adlı romanından parçalarla kavga edip durdular. Çok doğaldı kavga etmeleri, kaçamazlardı ki bir yere! Tek başımıza hareket etmek ne kadar da zor, hep birilerine, bir şeylere bağlıyız, bağımlıyız. Kolay kolay kendi kararlarımızı veremiyor, he deyince gidemiyoruz. Yaşama alanlarımız daraldıkça daha çok kavga edip, daha çok tüketiyoruz birbirimizi. Trafikte neden herkes canavar kesiliyor dersiniz?

Bütün bunlar olup biterken yanı başımdaki akvaryumda takla atıp durdu kırmızılı kız. Yeşile tezat kırmızı elbisesiyle ne kadar da güzel ama bir yandan da ne kadar acıydı anca sığabildiği o akvaryum içinde devinip durması.

Çok uzaklara gitmesem de en azından renklerin arasında bir yerlerde dolaştım. Belki siz bambaşka yerleri gezmişsinizdir. Renkler ise bütün bu karmaşanın içinde kendi mekânlarına hapsolmuşlardı. Ne kırmızı ne de mavi gidemedi hiçbir yere. Bir tek yeşil gezdi aramızda, kimi zaman da yanı başımızda durdu ve usulca okumaya devam etti. Dinlemeye, anlamaya çalışsak da kısmen hâkim olabildik dediklerine, gerisi enformasyon fazlası. Gerçek bilgi arayışında yolumuzdan saparken belki de sadece doğanın sesini dinlemeliydik. Doğadan kopup girdiğimiz çıkmaz patikada gözümüzü alan yeni renkler, teknolojiler sayesinde yeni yeni yollar açtık kendimize. İşin en trajikomik yanı da kendi kurduğumuz bu dünyada bir türlü kendimize bir yer açamadık. Yeşil, size de sessizce dokunup yanınızdan kayarak geçti mi?

.