:: Şafak Uysal :: Ama bu soruların hepsini, bir eleştiriden çok, kendisi de yaratıcı olan birisinin kendi kendine giriştiği beyin cimnastiği kırıntıları olarak bir kenara bırakıp eldeki üçüncü seçeneğe geçersek eğer... Bu seçenek ise, gösterimin sonrasında, “İnsan Yazıyor”un bizi bıraktığı yerden İHEB'ni – belki de gösterimin hep o kaçındığı “peki İHEB neden gerçekten yazılamayan bir metin?” sorusunu – düşünmeye devam etmeyi gerektiriyor. Yazının geri kalanını buna ayırıyorum. Yasa/Yazının Yazılmamışlığı... Yine de meraklıları için (1) İHEB'nin herhangi bir metin değil yasal bir metin olduğuna; (2) “yasa”nın ise bir metin olarak doğası gereği “performatif” bir boyut içerdiğine (yani telaffuz ettiği koşulu, telaffuz etme eyleminin kendisiyle hayata geçiren bir nitelik taşıdığına; başka bir deyişle, “bu, böyledir” dediğinde, “bu”nu “böyle” kıldığına) ve tam da bu yüzden klasik bütün metin-atıf, gösteren-gösterilen denklemlerini sorunsallaştırdığına dikkat çekmek yeterli olacaktır. Yasa, hayata geçmeyi beklemekten çok, her hayata geçişinde tekrar teyit edilmeyi talep eden bir beyanattır; onu, bir metin olarak esas ilginç kılan şey budur. Bu anlamda yasanın yaşamla ilişkisi, yaşamda karşılık bulmaktan çok, yaşama düzen getirmek biçimini alır (belki de dilin tamamının böyle işlediği söylenebilir, bilmiyorum). Bu düzenin yazarı olan “egemen” ise, yasanın atıfta bulunduğu yaşamı ancak bir şekilde tanzim edebilir: o da, kendisini yasanın hükmettiği alanın dışına atarak – yani, aslında kendisinin de tabi olması gereken hukuki düzeni askıya almak yoluyla. Başka bir deyişle: yasayı yazan, yasadan muaftır. Bu, yasanın ve egemenliğin doğasına içkin, yapısal bir paradokstur (bkz. G. Agamben, Homo Sacer). Dolayısıyla, hele ki söz konusu olan yasal bir metin olduğunda, esas mesele yasal/metinsel olanın yaşamsal olanda karşılık bulup bulamaması değildir. Esas mesele, yasayla yaşamın hangi olağanüstü haller çerçevesinde birbirinden ayırt edilemez bir noktaya taşındığı; “egemen”in bu ayırt-edilemezlik bölgesinde kendini nasıl konumlandırdığı; ve sonra da aynı yasa-yaşam sınırını tekrar nerede çektiği; yani neyi olağan, neyi olağandışı kıldığıdır (bkz. G. Agamben, State of Exception). Çünkü en hakkaniyetli yasanın dahi bir “egemen”i, en kendini silen yazının dahi bir “yazar”ı hep olacak; her yasanın çizdiği bir sınır, çiğnediği bir hak olacaktır (örneğin, Birleşmiş Milletler imzalı ve 1948 tarihli İHEB'nin atalarından sayılabilecek, 1789 tarihli “Declaration of the Rights of Man and of the Citizen” metnine dikkatli bakıldığında, bu belgede “insan” kategorisinin “yurttaş”a özdeş kılındığı ve dolayısıyla herhangi bir yurdun yurttaşı olmayanların haklarının üstü kapalı bir biçimde yok sayıldığı görülebilir; yine bkz. Homo Sacer). Başka bir deyişle: her yasa (ve dolayısıyla İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi), ister edebi ister yasal bir metin olarak ele alalım, “yazılmamışlığa” mahkumdur. İHEB'nin biricikliği, kendisinin bizzat “haklar” beyan eden bir metin olmasından ve dolayısıyla bu her-yasaya-mahsus “yazılmamışlığın” kristalize olduğu bir kesit teşkil etmesinden kaynaklanır.
------------------------------
Human Writes – ya da Türkçe adıyla İnsan Yazıyor – yazan insanı, daha doğrusu insanın yazamama halini merkezine yerleştiren bir gösterim. Bense, misafir icracılarından birisi olarak bu gösterim üzerine yazmaya çalışıyorum – ki bunun, daha baştan, ilginç olduğu kadar sorunlu ve karmaşık bir pozisyon olduğunu belirtmek gerekiyor. Sadece sağlıklı bir değerlendirmenin önkoşullarından biri olarak kabul edilen eleştirel mesafeden yoksun olduğum için değil; aynı zamanda yazamama haline yatırım yapan bir işin içinden bir yerden, işin “yazamayan insan”larından biri olarak, yazmaya yeltendiğim için... Ama yine de şansımı deniyorum.
İHEB: “Henüz Yazılmamış Bir Metin”...
William Forsythe'ın diskografisi, uluslararası dans arenasında herhangi bir yetkinlik tartışmasını gereksiz kılacak kadar yüklü. “İnsan Yazıyor”la ilgili açıklamalarına da, bu otoriteyi dinginlikle taşıyan bir netlik hakim: “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (İHEB), henüz yazılmamış bir metin” diye başlıyor söze. 1948'te kabul edilen, 1976'dan beri de uluslararası ve yasal bağlayıcılığı olan böylesi bir metnin, nasıl olup da bu kadar havada kalabildiğini ve gerçek hayattaki karşılığını bulamadığını naif bir şaşkınlıkla karşıladığından bahsediyor. Ve neticede, işin ortak tasarımcısı Kendall Thomas'la birlikte, insan olmaktan doğru herkese mahsus temel bir takım haklar ortaya koyan bu metnin kâğıt üzerinde kalmışlığından yola çıkıyor Forsythe. Amaç, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin henüz yazılmamışlığını ortaya çıkarmak...
İkili, herşeyden önce İHEB'nin uygulamada karşılık bul(a)maması durumuna karşı bir tavır takınmak gereğinden hareket ediyor. İlk gözlemlerinden bir tanesi, aslında pek çok insanın İHEB'nin varlığından bihaber olması ya da bu metni hiç görmemiş, adamakıllı okumamış olması – ki Forsythe, bu gözlemi doğrulamak adına, “İnsan Yazıyor”u yapana kadar kendisinin de bu çoğunluğa dâhil olduğunu ve İHEB'ni Viyana Konvansiyonu ile karıştırdığını itiraf etmekten çekinmiyor. Bu anlamda “İnsan Yazıyor” estetik bir probleme olduğu kadar toplumsal bir sorumluluğa da cevap vermeye çabalayan bir çalışma. Bu açıdan bakıldığında, eserin temel amacına ulaştığı ve kendi çapında İHEB'nin varlığına dikkat çekmeyi başardığı söylenebilir. Bunu söylerken sadece 500 kadar festival seyircisine öyle ya da böyle bu metnin varlığını hatırlatmaktan, eğer olabildiyse, anlamını düşündürtmekten bahsetmiyoruz; aynı zamanda Forsythe gibi bir ismin namından doğru, eser ve dolayısıyla insan hakları mefhumu etrafında yaratılan medya haresinden bahsediyoruz. Ama tabi ki işin bizi esas ilgilendiren kısmı, dikkat bir kez çekildikten sonra, aynı dikkatin nereye ve nasıl yönlendirildiği; aksi takdirde Forsythe'ın, kendini hayırseverliğe adayan bir “ünlü aktivistler konvoyu”ndan nasıl ayrıştığı, ya da didaktiklik ve vicdan terbiyeciliği gibi tuzaklardan nasıl sıyrıldığı gibi sorular cevapsız kalıyor.
Dolayısıyla “İHEB diye bir metin, insan hakları diye de bir mevzu var” dedikten (ve buna karşılık refleksif bir “Hellooo, yeah! Good morning Vietnam!” cevabını aldıktan) sonra, nasıl işliyor peki “İnsan Yazıyor”?
İHEB'nin Halleri: Araçsallaşan Bedenler ve Okunmaz Kılınmış Bir Metin...
İHEB metni dört farklı halde karşımıza çıkıyor gösterim esnasında: (1) Antrepo'nun girişinde seyirciyi karşılayan “bütün” hali; (2) 45 ayrı masaya, farklı dillerde, birer madde şeklinde dağılmış ve yarı-silik bir biçimde düşülmüş “iz” hali; (3) icracıların bu izlerin üzerinden gitmek üzere seçtiği stratejilere bağlı olarak, her biri farklı biçimler alan (ama hepsi özünde “yazamama” aksiyonunda birleşen) “bozulagelme” halleri; ve (4) daha önceki bozgunların belgeleri olarak mekanın iki kenarında asılı duran seçkinin oluşturduğu “anıt” hali... Bunlardan en fazla ön plana çıkanın üçüncüsü olduğu kuşkusuz. Neticede bu dördü arasında sadece bozulagelme halleri “seyirlik” bir nitelik taşıyor; diğerleri daha çok teknik ya da estetik eklentiler olarak göz ardı edilme riskiyle karşı karşıya. Bozulagelme hallerinin diğerlerinden ayrıştığı bir başka durum daha var: diğer üç halde de (bir idea, bir iz ve bir anıt olarak) İHEB'nin kendiliğinden işlemekte ve seyircisiyle alışverişte olduğunu görüyoruz; oysa “bozulagelen” İHEB, bu şekilde var olabilmek için, bir grup bedene ihtiyaç duyuyor. Repertuarı yazmaya çalışmakla sınırlı olan, ama bu çabası kendi kendini baltalayan stratejiler tarafından engellenen bedenler bunlar. Zaman zaman yazdığı şeye ve yazma aracına hükmetmeye çalışan, ama sıklıkla bunlara hükmedebilmekten çok, bunlar tarafından hükmedilen, kendisi araçsallaşan bedenler – özellikle kalem, kurşun, tebeşir ve kömür parçalarını ellerinde tutmaktan farklı arayışlara girdikleri anlarda. Bu kalem-bedenler, gösterimin başlarında daha bir kendi başlarına çalışıyor; zaman ilerledikçe diğer icracılarla ve seyircilerle etkileşime geçiyor; ortalarda bir yerlerde devreye giren iplerle birlikte ise, gittikçe karmaşıklaşan yazma mekanizmalarının parçası haline geliyor.
Ama aslında gösterimin (farkında olarak ya da olmayarak) İHEB metniyle kurduğu ilişkiyi tam olarak kavrayabilmek ya da bizleri (hem icracı hem seyirci olarak) bu metinle nasıl bir karşılaşmaya davet ettiğini anlayabilmek için bedenleri kendi başlarına ele almak yetmiyor; İHEB'nin dört halinin hepsini birden hesaba katmak gerekiyor.
Bunlardan birincisi, yani bir “bütün” olarak İHEB, tarihsel bir nitelik taşıyan ve gösterimin zamanı içinde de geride kalmışlığını muhafaza eden iki boyutlu bir ideal aslında. Gösterimin başında bu bütünlüklü halin önünden geçiliyor; ama sonra orada, dışarılarda bir yerlerde kalıyor bu bütünlük. Ta ki seyirci, çeşitli “bozulagelme” hallerinin içinden geçtikten sonra, mekândan çıkana ve bu idealin iki boyutluluğuyla tekrar yüzleşene (belki de hiç umursamadan çekip gidene) dek. İkincisi, bir “iz” olarak İHEB, bu unutulmuş idealin parçalanmış izdüşümleri olarak mekâna dağılıyor ve icracıların masalarında ulaşılması, üzerinden geçilmesi gereken bir hedef olarak yerini alıyor. Tercih edilen birbirinden izole ve hücresel düzen dolayısıyla, bu hedef tabi ki ve ne yazık ki asla İHEB'nin tamamını kapsayamıyor. Giderek aslından uzaklaştığımızın, sadece bir parçasıyla yetinmek ya da en azından bir parçasından başlamak zorunda olduğumuzun altı çizilmiş oluyor belki de. Nitekim gösterimin sonunda da ya bu uzaklığa çoktan duyarsızlaşmış ya da, en fazla, artık okunmaz hale gelmiş bu izlere ulaşmak için yarı-arkeolojik bir çalışmaya gömülmüş buluyoruz kendimizi. Üçüncüsünün, yani “bozulagelen” İHEB'nin deneyimlenmesi ve sindirilmesi daha külfetli. Koordinat sistemi şeklinde organize edilmiş bir mekanın ve yaklaşık üç saate yayılan bir zamanın icracılar ve seyirciler tarafından birlikte tecrübe edilerek paylaşılmasını gerektiriyor. Bir anlamda, iki boyutlu orjinalin üçüncü ve dördüncü boyutlara genişlemesi ve gerçeklik kazanabilmesi için bir efor (üstelik de komünal bir efor) sarfedilmesi gerektiğini vurgulayan, ama ancak yazılamadığınca hayata geçen (karalanan, lekeleşen, kazınan, sıvanan, ezilen, tükürük ve terle karışık) bir İHEB bu. Üstelik yine hiçbir seyirci bu bozulagelme hallerinin tamamına erişemiyor; çünkü mekanın her noktasına eşit derecede hakim bir seyir pozisyonu yok. Sonuncu, yani “anıt”laşmış İHEB ise, daha önceki başarısızlıkların sergiye çıkarılmış hatırlatıcılarını ihtiva eden iki tane heybetli yüzeyden meydana geliyor. Her anıt gibi önünde olup bitenlere sessizce eşlik eden bu iki koca yüzey, bir yandan (girişteki “bütün” İHEB'nin aksine) boşlukta yüzen parçalardan oluşurken, öte yandan da aralarına katılacak yeni başarısızlık belgelerini bekleyen iki geçirgen sınır teşkil ediyor – bu sayede de hem gösterim mekânına tanım getiren, hem de gösterimin sonunun nereye doğru evrileceğini baştan teslim eden başat iki elemana dönüşüyor.
Son kertede İHEB, bütün unutulmuşluğu ya da parçalanmışlığı, yarım kalmışlığı ya da yazılamazlığı ve hepsinden önemlisi artık okunamazlığı ile, en az anıtlaşmış hali kadar havada ve askıya alınmış bir metin olarak cisim kazanıyor – çünkü onu yazan insan (homo scriptus) aslında yazamıyor, ya da yazarken bozuyor (homo de-scriptus).
Peki Ya Sonuçlar Niyeti Okunmaz Kıldığında?
Buraya kadar her şeyin yolunda gittiği ve “İnsan Yazıyor”un, kurduğu genel çerçeve itibariyle, çıkış noktasına sadık kaldığı söylenebilir. Neticede tarihsel veya yasal bir metin olarak İHEB'nin içeriğini çözümleme, yorumlama ya da sorgulama iddiası taşımayan; daha çok, İHEB'ni “doğru” kabul ederek, onun bugünkü statüsünün ne olduğunu ifade etmenin yollarını arayan bir gösterim elimizdeki. İHEB'nin “sürekli ihmal ve ihlal ediliyor olması” durumunu alıp “bir türlü yazılamıyor olması” fikrine tercüme eden, tasarımını kararlı bir biçimde bu tercüme üzerine kuran bir gösterim. Bu anlamda, yukarıda kabaca özetlemeye çalıştığım dört halin ışığında, “İnsan Yazıyor”un mekânsal tasarımının işlediğini ve İHEB'nin günümüzdeki statüsüne ilişkin anlamlı sorular uyandırdığını söyleyebiliriz – özellikle, bu metinle çok katmanlı bir yüzleşmeye davetiye çıkardığını kabul ettiğimiz sürece. Ancak bu mekânın icracı ve seyirciyle buluştuğu, yani İHEB gibi bir metnin yazılamıyor olması halini etkileşimli bir seyirlik düzlemine taşıdığı noktalarda ciddi sorunlu başka parantezlerin açıldığını da göz ardı etmemek gerekiyor.
Bunlardan birisi ortaya konan yazamama hallerinin ikna ediciliği ile ilgili. Evet, eser İHEB'nin hayata geçemediğini söyledikten sonra, onu yazıvermek ve insanlığın vicdanını topyekün rahatlatmak tuzağına düşmüyor belki. Başka bir deyişle, temsili bir hayata geçirme operasyonuna öykünmüyor. Ama bu kez aynı derecede figüratif ve estetize edilmiş bir hayata geçirememe resminde son buluyor; dolayısıyla performatif olmaktan çok betimsel (descriptive) bir düzlemde kalıyor (homo descriptus?). Bunun temel sebeplerinden biri, eserin aslında Forsythe ve Thomas'ın yanısıra 45 ayrı koreografın daha imzasını taşıyor olması. Bu çoğulluk gösterimi ne kadar zenginleştiriyor olsa da, bir eşiğin ötesine geçtiğinde, kaçınılmazlığı göz ardı edilmiş bir kontrolsüzlükte son buluyor. İcracıların kendi işlerini zorlaştırmak üzere icat ettiği stratejilerden bazıları bizzat karmaşık mekanizmalara dönüşüp İHEB gibi bir metni hayata geçirmenin aslında ne kadar çetrefilli bir mesele olduğuna ışık tutan koşullar yaratırken, diğer bir kısım strateji ise sadece yazamamaya öykünen tablolarda son buluyor.
Aynı kontrolsüzlük, oluşan tablolar tarafından çağrıştırılan ve gösterimin “etkileşimli” olmasıyla pekişen anlam karmaşasında da kendini gösteriyor. Hem çalışma sürecinde hem de seyirciyle buluşma noktasında İHEB'nin neden yazılamadığına ilişkin bir yorum getirmekten mümkün olduğunca kaçınıyor Forsythe – ki burada kalınabilir, hiç sakıncası yok. Ama insan bu ya, sahnelenen şey beden ve bu bedenin yaptığı da yazmak gibi kolay kodlanabilir bir aksiyon olduğunda, başlıyor “anlam makineleri” çalışmaya: kendi kendini engellediği için yazamayan bir beden; birisi onu engellediği için yazamayan bir başka beden; birlikte girdikleri ilişkinin biçimi yüzünden yazamayan bir ikili; yazamama haline seyirciyi de alet eden bir grup; yazamama halinden keyif alır gözüken bir başka grup; genel geçer bir kompozisyon kuralı olarak yazamama hallerine varyasyon katmaktan öte tam olarak neye hizmet ettikleri ve nereden çıktıkları açıklık kazanmayan ipler; yazamayanlara yardım eden seyirciler; kendileri yazmaya çalışan seyirciler; ters dönmüş, yan çevrilmiş, bir araya getirilmiş, havalarda uçmaya başlamış masalar, vs. derken bütün gösterim öngörüleni gereğinden fazla katmanlaştıran (üstelik, yazılamayanın İHEB olduğu hesaba katıldığında, bir kısmı tehlikelileşen) bir anlamsızlaşma, anlama duyarsızlaşma riskiyle karşı karşıya kalıyor. Bu risk, seyirciyle etkileşme biçimlerinin yeterince tasarlanmamış olmasıyla iyice katlanıyor. Başka bir deyişle: bu kez “İnsan Yazıyor”un temel fikrinin bizzat kendisi yazılamayan, ya da daha doğrusu sahneleme esnasında alınan kararlar yüzünden okunamayan bir hal alıyor – ki böyle bir “anlam zenginliği vs. anlam kayganlaşması” ikileminin sadece “İnsan Yazıyor”u değil, pek çok etkileşimli gösterimi pusuda bekleyen bir bela olduğunu belirtmekte fayda var.
Sonuçların niyeti okunmaz kıldığı bu noktada seyredene her biri ayrı zamanlara ait üç seçenek kalıyor. Bunlardan birincisi, gösterim esnasında, bir seçim yapmak ve odaklanmayı seçtiği enstantaneler ve imgelerden yola çıkarak kendi “İnsan Yazıyor”unu yazmak. Bu, her seyircinin aldığı inisiyatife, seçtiği rotaya göre farklılaşan, görece bireysel izlenebilecek bir olasılık... İkincisi ise, gösterimin sonunda, genel rejinin kendisini nereden alıp nereye taşıdığına bakmak. Burada, daha önce de değindiğim gibi, katıksız bir izolasyonla başlayan ve zaman geçtikçe hem araçlar hem yöntemler hem de ilişkiler temelinde giderek karmaşıklaşan, bu esnada da bir nevi ritüelleşen (“Human Rites?”) bir örüntü bekliyor bizi. Bu, hemen bütün seyircilerin (ve hatta icracıların) birlikte içinden geçtiği ve ne kadar parçası olacağına yine kendisinin karar vereceği bir başka olasılık... Ben kişisel olarak bu iki seçeneği birlikte ele aldığım zaman, her biri eserden (belki de haksızca) daha da keskinleşmesini talep eden, üç grup soruda son buluyorum:
Başlangıçta İHEB için “henüz yazılmamış, çünkü henüz hayata geç(e)memiş bir metin” dedik. “Henüz yazılmayı bekleyen bir metin” ifadesi kulağa ne kadar şiirsel gelirse gelsin kabul edilmesi gereken bir gerçek var ki, “hayata geçmemişlik = yazılmamışlık” gibi bir denkleme yaslanıyor “İnsan Yazıyor”un evreni. Hal böyle olunca, bu formülasyona eşlik eden temel varsayımın ne olduğunu göz ardı etmemek gerekiyor: “bir metnin yazılması ancak beyan ettiği koşul hayata geçtiğinde tamamlanır”. Hatta biraz daha deşilirse bu varsayımın iki farklı otomatik düşünceden beslendiği söylenebilir: (1) “bir metnin beyan ettiği koşul bir gün bir noktada hayata geçecektir”; ve (2) “işbu metin ancak bu koşul hayata geçtiğinde tamamlanacak ve 'yazı' statüsüne kavuşacaktır”. Oysa böyle düşünüldüğünde ve yeterince ciddiye alındığında, her metin kaçınılmaz bir yazılmamışlık ikilemi ile karşı karşıya değil midir? Ya da özellikle ikinci düşüncede açığa çıkan metin-yazı ikili karşıtlığı, kurcalanmayı istemez mi bizden? Ama bu tartışmalara şimdilik girmemeye çalışıyorum – yoksa her şeyi bir kenara koysak bile, örneğin sahne sanatları bağlamında, hangi oyun metninin, hangi müzikal kompozisyonun, hangi koreo-grafinin aslında gerçekten “yazılmışlığından” bahsedebiliriz?
Bu çerçevede tekrar bakıldığında, İHEB'ni henüz yazılmamış bir metin olarak ele alan “İnsan Yazıyor”un çıkış noktası aslında yersiz değildir. Yalnızca: (1) yazılmamışlığın sadece İHEB'ne mahsus bir durum olmadığını göz ardı etmek; ve (2) İHEB'nin bir gün bir noktada yazılacağını, yani hayata geçeceğini beklemek (ve hatta, “insancıl” bir güdüyle, bu hayata geçme sürecinde etkin bir rol üstlenmek) gibi iki problemli bakış açısının gölgesi düşer üzerine. Belki, insan hakları meselesine odaklanan bir başka gösterim tam da bu iki problemden yola çıkan bir dramaturjik altyapı çalışmasına soyunabilir. Ya da belki bir başkası, bu kadar karanlık sulara dalmak yerine, daha alçakgönüllü bir yerlerden (örneğin, Seçkin Selvi'nin Milliyet Sanat'taki yazısında ortaya attığı “İnsan Hat'ları” şeklindeki çeviri önerisinden) yola çıkabilir. (Aklıma H. Melville'in, yazmayı ve kopyalamayı “tercih ediyor olmayan” bir katip figürünü resmettiği, “Bartleby” isimli kısa hikayesi geliyor. “Belki de, 'yazma potansiyeline olduğu kadar yazmama potansiyeline de cisim veren insan'a dair yapılabilecek en hakiki tasvir, Bartleby'nin koca bir duvar önünde, ölümüne, yazmayı 'tercih ediyor olmadan' öylece duran halidir” diye düşünüyorum elimde olmadan)... Bunların her biri, mevzu insan hakları olduğunda, anlamlı “yazma” çabaları olarak insanın (ironiktir ki yazıyla başlayan) tarihindeki yerlerini alacaktır – ya da belki sonuna kadar taşımadığımız her fikir gibi, yazılmadan çaresizce silinip gidecektir. Kim bilir?
.