:: Bahar Karlıdağ ::
-----------------------------
Kirsten Delholm’ün konsept ve sanat yönetmenliğini yürüttüğü, çoğunlukla mimari ve görsel sanatlar temalı gösterim projeleri gerçekleştiren grup Hotel ProForma, ilk 1993 yılında gösterimi gerçekleştirilen Operation: Orfeo adlı yapımda ilk kez prosenyum sahneyi kullanmış. Diğer yapımları genelde müze, galeri gibi halka açık ortamlarda düzenlenen Hotel ProForma’nın, uzamın algı boyutunda şekillenen gerçeklik duygusu üzerine, çoğu kez ışık yönetimi ile oyunlar kurduğunu söyleyebiliriz.
Mitolojik Orfeus söylencesinden esinle oluşturulan ve ona göndermede bulunan gösterim, ilk olarak 1993 yılında sahneye çıkmış. Eser; ana gösterim unsurlarından koroda gerçekleşen zorunlu değişikliklerden, bir de geçen sene kısa bir aradan sonra tekrar sergilendiğinde artırılan ışık oranından başka hiç bir değişikliğe uğramamış. Zaman içinde değişen, gelişen bir eser değil, 15 yıldır dünyayı aynı konsept ve biçimle dolaşmakta- buralara Avustralya, A.B.D., Asya ve Avrupa ülkeleri dahil.
Operation:Orfeo, üç hareketlik bir opera olarak nitelendiriliyor. Bu üç hareket, mitolojik öyküden de bildiğimiz kadarıyla Orfeus’un aşağıya, ölüler diyarına inişi, oradan yukarı doğru yükselişi ve karısı Eurydike’yi kaybetmenin acısını ve ölümü yaşadığı hatırlayış. Eser kompozisyonunun temelinde naif bir iskelet var, bu da 20. yüzyıl gösterim sanatının doğuşunda aktif rol alan John Cage’in müziği. Bu iskeleti ete kemiğe büründüren öğeler ise Danimarkalı besteci ve orkestra şefi Bo Holten’in müziği ve Delholm’ün prodüksiyonun en önemli anlatıcısı gördüğü ışık düzeni. Sahnedeki dev basamaklara ağır, neredeyse durağan bir koreografi ile yerleştirilen koro, bazen müzikteki partisyonu söylüyor, bazen kaydedilmiş müzik duyuluyor. Koronun vokale başlama ve bırakma noktaları tam seçilemiyor. Delholm, John Cage müziğinin gerektirdiği keskin tınılar ve net zamanlama gereğinin bazen koronun canlı performansına uygun bulunmadığı için kayıttan dinletildiğini belirtiyor. Arada, özellikle Cage müziğinin karakteristiğine yakışır şekilde bazı sözcükler ard arda tekrar ediliyor, bunu sözcüklerin içindeki bazı seslerin vurgulanması takip ediyor, Z, S, T gibi harfler vurgulanıyor. Bunlar kaydedilmiş kısımlar. Gösterimin tek tanıdık noktası ise, Gluck’un Orpheo ed Euridice (1762) adlı operasından Holten’in aranjmanıyla eklenen Letonya Radyo Korosunun canlı vokalini duyduğumuz arya.
Gösterimin başlangıcında sahnedeki floresan parlaklıktaki dev beyaz çerçeve dışında her şey karanlık. Bu bölümün teması ölüler ülkesine iniş, salt karanlık. Duyulan açılış müziği Cage’in Eight Whiskus ve Hymns and Variations eserlerinden. Ölüler ülkesine bu inişe iki metin eşlik ediyor; biri bu yapım için yazılan, diğeri ise bağımsız olan bir şiirin yazarı Ib Micael. Bu iki metinden alıntılarla derlenen libretto koro tarafından Danca söyleniyor ve yerel (Türkçe) dilde bazı bölümler üst yazı olarak seyirci ile paylaşılıyor. Metin oldukça ağır, soyut, çağrışımsal bir metin. Belirttiğimiz gibi; iki metin var, bunlardan biri şairin bu yapım için yazdığı, diğeri ise Tibet’te bir dağın zirvesinde şahitlik ettiği, ölü bedenin dağ zirvesinde uçuşan kuşlarca yenmesi ile gerçekleşen bir cenaze töreninden esinlenerek yazmış olduğu Himmelbegravelse (Sky Burial) adlı şiirinden seçkilerden oluşuyor. Delholm; sahnenin son derece yalın ve boşluğu vurgular düzeninden ötürü, metnin özellikle bu etkili, sert imgeleri barındıran şiirlerden derlendiğini açıklıyor.
Sahnede gördüğümüz Letonya Radyo Korosunun koreografisi, gösterimin çağrışımsal işleyen üst yazı ve ışıklandırma yönetimi ile bir tezat oluşturuyor. Üst yazılardaki metin, müzik ve ışık seyircinin kendi yarattığı imgelemi desteklerken, bakışlarımızı çerçeve içine hapseden yapımda koro ikinci bölümden itibaren genel çağrışımlı anlatıma hafif bir nükte katıyor. Yükseliş / yeryüzüne dönüş temalı bu bölüm, parlak dev çerçevenin içinin aydınlanmasıyla dev basamaklara yerleştirilmiş koroyu gözler önüne seriyor. Koro üyeleri oturuyorlar, kalkıyorlar, değişik taraflara dönüyorlar, dev basamaklarda ağır ağır inip çıkıyorlar, oturuyorlar, uzanıyorlar, diyagonal, dik ya da yatay çizgiler halinde sıraya giriyorlar. Seyirciye sırtlarını dönüp, ceplerinden çeşitli aksesuarlar çıkartarak bunlarla sahneyi renklendiriyorlar.
Ceplerinden bir sayfa çıkarıp buna bakıyorlar, o an ışık da aşağıdan kağıtlara vurduğunda, parlak dev çerçevenin içindeki sahnede eserin en hoş görsel sunumlarından biri gerçekleşiyor: ağır basan bir kağıt sarısı ve arkasında gölgede kalmış yüzler… Diğer bir arada koro üyeleri ceplerinden çıkardıkları balonları şişiriveriyorlar, ya da düdükleri üflüyorlar, ya da püskülleri sırtlarına doğru ağır bir ritimle sallıyorlar. Bunlar, gayet eğlenceli çeşitlemeler ve normalde son derece durağan bir şekilde müziğe katılan koro üyelerini nüktedan bir edayla hareketlendiren unsurlar. Kirsten Delholm, bu nüktedanlığı John Cage’e ithaf ediyor...
Koro’dan ayrı, gösterinin en başından beri devamlı yatmak suretiyle duran bir figür, son harekette ağır ağır basamaklardan aşağıya doğru kendini bırakarak kontrollü bir şekilde yuvarlanıyor. Bir aksiyon unsuru sayılabilecek bu figür Euridike’yi çağrıştırsa da, Delholm bunun herhangi biri olabileceğini, sembolik bir figür olduğunu açıklıyor.
Kirsten Delholm, müzik ve ışığın yapıtta dramatik öğeler olarak kabul edilebileceğini söylüyor. Olabildiğine farklı katmanlardan oluşan gösterimde metin çağrışımları desteklerken, ışığın başlı başına bir anlatım birimi olduğunu söylüyor Delholm. Uzamı anlamlandıran bir unsur olan ışıkla değişik, gizemli boyutlar açılıyor- belki de mekan gerçekliği doğrudan ışıkla ilişkilendiriliyor ve bu uzam duygusuyla oynama adına, ışık tanrılarına meydan okunuyor!-. Kuzey Kutbuna bu kadar yakın, aydınlık konusunda oldukça hassas ve de zengin bir mitoloji belleğine sahip bir coğrafyada şekillenen bu yapıma, Kirsten Delholm’ün de onayıyla böyle bir yorum ekleyebiliyoruz! Kendisi uzam konusunda son derece hassas ve heyecanlı. Prosenyum sahnedeki ilk yapımı olan Operation: Orfeo’da da ışık yönetimi ile uzam algısını değiştirebiliyor; üç boyutlu, derinlikli sahneyi, dev bir floresan çerçeve ardında iki boyutlu bir dijital fotoğraf görüntüsüne hapsedebiliyor.
Yapıtın sonunda seyirciyi bir sürpriz bekliyor, hediye gibi bir sürpriz. Bu bölüm, yapıtın gösterim tarihçesi içinde iki kez gerçekleşememiş ve bu Delholm’ü gerçekten üzmüş, çünkü bu an, seyir modunun tamamen değiştiği bir an. Gösterimin tamamının seyirciler için kolay olmadığını kabul eden Delholm, sahneden seyirciye tutulan lazer ışınının, seyirciden sahneye akan dikkat ya da seyir halini tersine çeviren bir süreç olarak görüyor. Bunu bir hediye olarak niteleyen ise, seyirci adına, benim. Sahnede kurulu dev merdivenlerin üst basamaklarına yerleşik koro üyelerinden birinin yavaşça sahneye ve oradan seyirci tarafına doğru yayılan sisin içinden seyirciye doğru tuttuğu ve giderek ana parterin üst sıralarını ve hatta balkonları da içine alarak genişleyen yeşil ışık huzmesi, seyircilerin üzerine doğru yayılan bir su imgesi yaratıyor. Sisin nemini duyumsuyorsunuz, lazer ışığının kesitini su yüzeyi olarak algılayabiliyorsunuz. Bu duyumsal karmaşanın, heyecanın ortasında ağır ağır üzerinizde gezinen lazer ışını sizi kah suyun altına indiriyor, kah su yüzeyine çıkarıyor… Duyulan müziğin de etkisiyle, o an, herkes vücudundan kopmuş kesik kafasıyla salınan birer Orfeus… Su imgesine teslim olduktan sonra, şuursuzca salınan, suya batan ve çıkan bir kafa duygusu yaşarken, kişisel deneyimde bu, seyir halinden aktif katılım haline geçişe neden oluyor. Son derece etkileyici bir final, seyircilerin şaşkınlık ve heyecan nidaları da bu finali olumluyor.
Kirsten Delholm’le yaptığımız sohbette ona tiyatro hakkında bazı sorular da sorabildim. Mesela, seyircinin artık soyut, kavramsal gösterim ortamlarına alıştığını konuştuk ve gösterim ortamında, daha ileri saf olarak nelerin seyirciyi bekleyebileceğini sorduğumda, sessizlik ve karanlığın bir provokasyon aracı olabileceğini belirtti. Çağdaş tiyatronun değişik sanat dallarıyla işbirliği içinde olduğunu; değerlendirmesinin de yine disiplinler arası bir ortamda sağlanması gerektiğini; sanatın belki de sadece kendi alanının değil, değişik alanların boyutlarını görünür kılacağını, seyircinin ise kendi görüş açısını ve sürecini yaratacağını anlattı.
Delholm, her ne kadar seyirciye bir ön bilgi vermek amacıyla eserlerin eleştirmenler tarafından yorumlanmasını beklese de, bir çözümlemeden kaçınmayı tercih ediyorum. İkinci bölümde sahneden, John Cage müziğindeki rastlantı ve belirsizlik temasına uygun edada bir geçiş yapan şişko sarman kediye ve muhtemelen AKM sigortalarının azizliğine uğrayarak gösterimin iki kere bölünmesine sebep olan elektrik kesintisine rağmen, seyrin sunduğu bir deneyim bütünlüğünden bahsedebilirim. Hayattaki madde gerçeğiyle bağdaşmayan, hatta koronun sürpriz aksesuarları ve naif koreografisiyle bu maddeciliğe bir tezat yaratan; üst yazı metinleri, müzik ve ışık düzeniyle kendi çağrışımlarımızı yakalayıp zihnimizi havalandıran; bedenlerimizi ise salınan bir su ve hareketli bir gökyüzü arasında sürükledikten sonra koltuklarımıza bırakan; çağdaş gösterim sanatının seyirciye yazdığı “deneyimleme” rolünü bizlere güzelce oynatan bir gösterimdi.
Güzel haber, Hotel ProForma 17-18 Ekim’de yine İstanbul’da. Mekan olarak Emek Sineması seçilmiş Relief adındaki yapım için. Bilgi için www.hotelproforma.dk ya da www.seas.se adreslerine başvurulabilir. Daha detaylı bilgiyi gelecek yazılarda aktarmak ümidiyle...
.