:: Beliz Güçbilmez ::
------------------------------
"Ben ancak dans eden bir tanrıya inanabilirdim."
Nietzsche
I
[Güneşli Pazartesi üzerine, Bedirhan Dehmen’e ve Şafak Uysal’a gevşek bir mektup]
Vapurdasınız. O vapura nasıl bindiğinizi gördüm. Siyah sırt çantalarını, sırtlarına geçirmeyip tek omuzlarına asan iki adam olarak, sigara tiryakisi iki adam olarak o vapura binişinizi gördüm. Başka başka sokaklardan geçip, başka başka ama benzer kalabalıklara karışarak iskeleye inişinizi de. Yol boyunca gözünüze ilişen sokak tabelalarını, levhalarını. Perdede. Şimdiye taşınmış bir geçmişte. “Hergünlüğü” ile o kadar da geçmiş olamayan bir geçmişte. Her şeye ayrı ayrı ikinizin gözünden bakmaya alışmışken, birden kadraja girişinizle birlikte, seyir yerinde, “bakma işi”nde bir başımıza kalmamız. Bakışın kendini kapsayamadığı, öyleyse kendini görmek için ötekinin -burada seyircinin- bakışına açıldığı yere, sahneye hazırlık olarak, video kaydının sonuna doğru bu kez artık sizden ödünç aldığımız bakışla size bakmaya başlamamız, bindiğiniz vapurun, aniden buraya ve şimdiye, sahneye açılması. Artık seyircinin bakışıyla belli belirsiz selamlaşmış, hatta galiba kendini ona teslim etmiş bir seyirlik bu. Koltuğuma iyice yerleşiyorum ben de. “Başlangıç bütünün yarıdan fazlasıdır” diyen Aristoteles’i hatırlıyorum, hiç de yanlış bir bağlam olduğunu düşünmeden.
Bir vapurda olmak hem seyir halinde olup, hem istediğince gidememek, öyleyse sıkışıp kalmak demek ise, vapur yolculuğu bir hayat metaforu olarak da okunabilir tabii.
Bütün dünya bir sahnedir ve üstelik buralarda hayat şehir hatları vapurudur.
Sizi dünyasahnesinde ve hayatvapurunda ilk gördüğümde ikiniz yarı karanlıkta oturuyordunuz. Sigaranıza ve gazetenize dalmıştınız. Sonra işte bir insanın bir başka insanla ilişki kurmak için öğrenmiş olduğu bütün yollardan geçip bütün kazalara uğrayarak bildiğimiz bir ilişki coğrafyasında üstelik sonu itiş kakışla biten bir yere çıktınız. O çıktığınız yerde, hırıltılar ve anlamını bilmediğim ya da duymadığım boğuk sesler çınlıyordu. Bunu bile bir ilişki mi saydınız, hiç yoktan… bilmiyorum. Mesele kimin altta kalacağı olduğunda, soru başarmak başaramamak üzerinden sorulup, yenmek yenilmek diye skorlandığında ilişki sözcüğün kötü anlamıyla iktidar ilişkisidir. Galiba o çıktığınız yerde buna da uyandınız. Ama o kadar da uyanmış olmamalısınız ki, sonra mesela sidik de yarıştırdınız. Şişelercesini… Boy boy… Sonra cinselliklerinizle şişindiniz, patlayana dek. Sonra mesela bir gece birlikte içki içmiştiniz, ya da içtiniz, sarhoş oldunuz epeyce, ya da olmak istediniz, ikinizin “aklında” da dolaşan bir arzu. “Seninle kim kalacak ışıklar kapanınca”. Bu soruya verilecek yanıtı herhalde siz de merak ettiniz. O arzuyla oynadınız, evirip çevirdiniz, başkalarının üzerinden de belki, imkânlarına baktınız o arzunun, imkânsızlığına da… Bir kez daha bu ilişki coğrafyasının terimleri dışardan gelen terimlerle belirlendi, nefretin, kızgınlığın, (ama toplumun da, ama siyasetin de) sizin dünyanızda belli ki anlaşılamayan, siz en çok kendinize, tabii birbirinize de bakarken dışarıda kalmış insanların sesleri… Sonra elbette militarizm, militarizmin dili, aklımda kalan askeri terimlerin aynı zamanda iki insan arasındaki ilişkinin en mahrem bölgelerinin de terimleri olabildiğini düşündüğünüzü sanmam… Taarruzmuş, saldırıymış, geri çekilmeymiş… Şiddetin ya da onu tam da bağrına basmış militarizmin dilinin ikili ilişkilerin gramerinde ve fizikselliğinde kendine yer bulabilmesi… Erkek “dostluğu” diye adlandırdığınız şeyin bu şiddet atmosferine bir ikame, bir yanıt olduğunu değil de, aslında bir kez böyle bunlarla tarif edilmiş erkekliğin bunun dışında kalamayacağını düşünmenizi istedim… belki siz de onu düşünmüştünüz… öyle düşünün istedim…
İlişkilerin tehlikeli bölgeleri vardır, biraz kötü de kokan… arka odaları, hela kapıları… Bazen deprem olur oralarda, ya da deprem değilse de bir afet duygusu, dünyanın sonu gelmiş duygusu, hayat bilgisinin yerini alan kıyamet sezgisi… Bildiğimiz dünyanın, bildiğimiz terimlerle açıklamaya iyi kötü alıştığımız dünyanın mı neyinse işte onun sonu…
Elbette vapurda “tehlike” anında tavandan sarkacağı vaat edilen can yelekleri, gerçek ilişki dünyasının metafor nedir bilmez kazalarında ya hiç inmez, ya patlaktır, ya zamansızdır.
Sonra uzun uzun düşündünüz ya bir de… o başlangıcın belki de nasıl bir sonu hak ettiğini, birbirinize yaslanarak, boşa koyduğunuzda dolmadığını, doluya koyduğunuzda almadığını, zaten dolmayacağını ve almayacağını belki de önceden bilerek. Ama o bilgiye rağmen… belki de o bilgi sayesinde. Ve nihayet apansız bedenlerin birbirini ikna etmesi. İhlal değil, işgal de değil; ikna etmesi. Belki baştan çıkarması da. Dans için. Birlikte. Bu kez. Kuş hafifliğinde.
Erkeklikle ideolojik ve kültürel olarak bitiştirilmiş bütün o ağırlık iddialarını dans ile hafiflettiğinizde, Zerdüşt’ün dans etmeyi bilen tanrısına iman tazelediğinizde, tıpkı onun gibi, “ağırlığın ruhu” ya da “yerçekiminin tini” dediği şeyin tam karşıtı olan o son dansa başladığınızda, bir bakıma erkekliği “kuşa” çevirdiğinizde…
II
[Güneşli Pazartesi’nin en şaşırtıcı bölümü üzerine, finaldeki dans üzerine, gösterimin tanıtım yazılarında sorulan o soruya “İki erkek birlikte maça gider, alem yapar, askere gider, kavga eder; peki, dans eder mi?” sorusuna yanıt niteliğindeki final bölümü üzerine biraz daha düş(ün)mekte fayda var.]
Nietzsche geliyor insanın aklına “insanlara günün birinde uçmayı öğretecek kişi” diyor çünkü o, “bütün sınır taşlarını yerinden oynatacaktır; bütün sınır taşları havaya uçacaktır onun karşısında; yeryüzünü yeniden vaftiz edecektir o, -“ağırlıksız”/”yeğni” ismiyle.” Dans ama sadece yeryüzünün vaftizcisi değildir, aynı anda vaftiz edilecek olandır. Kendini bilmeyen, adlandırılmamış olandır biraz da. Bunu felsefenin işinin “adlandırılamaz olanla” olduğunu hatırlatıp duran Alain Badiou dans üzerine yazarken söyler. Dans çünkü kendi ağırlığını unutan bedendir, unuttuğuna takılıp tökezleyen de bazen. Nietzsche’nin Zerdüşt’ünün sözlerinde, insanı coşkuyla yükselten bir şey var elbette; ama bütün coşkular biraz da insanı yükselttiğinden olsa gerek, kaçınılmaz bir yükseklik korkusuna yol açıyor. Ve elbette yükseklik korkusu denilen şey, açıkça düşme korkusudur. Ne kadar yükselirseniz, o kadar yüksekten düşeceğiniz bilgisi, yükselmenin tadını çıkarmanıza engel olur, çünkü yer çekimi aniden geliverir insanın aklına o yükseklerden etrafa bakarken, kuş-olmayışlığı anımsatarak. (Ne çok Hitchcock bulaştı bu cümleye! Hem Kuşlar, hem Vertigo üstelik. Üstat da bu parantezde bir görünüp bir kayboldu, adeti gereği). Yükselirken farkına varmadan giriverdiğimiz kuş rolünden çıktığımız anda geri döndüğümüz “düşümlü” (ölümlü gibi, düşmekten türeyen) fizikselliğimiz ayağımıza bağlanmış ağırlıklara dönüşür. Kendini öncelikli olarak fiziksellikle, oradalıkla tanımlayan çağdaş gösterilerde/performanslarda buna benzer bir düşme korkusunun, hep altmetin olarak işleyip durduğunu düşünüyorum bu yüzden, hem fiziksel hem de anlamsal karşılığıyla, oradalığın doğal ve ürkütücü bir sonucu olarak. Performans, kendini kurmaya başladığı noktada, ön kabullerin ve konvansiyonların tırabzanına tutunamayacağı, ona tutunmaktan vazgeçtiği bir yerdedir. Garantilenmiş anlamlar neredeyse bütünüyle ihtimal dışıdır, sahnede olmak, bir karakterin ardına “saklanmadan”, karakterin oyuncuyu sarıp sarmalayan ve izleyicinin nazarından saklayan rahatlatıcı tülüne bürünmeden orada olmak demektir. Yine de öyle kolay kolay ve büsbütün bir “kendilikten”, günlük yaşam kendiliğinden söz edilemez performans sahnesinde. Galiba performans sahnesinin büyüleyici uçurumu şudur; yükselirken sahnesel kimliğiniz ile yükselir, tökezlediğinizde ama kendinize takılırsınız. (Ve elbette tökezlemeyen, sürçmeyen, teklemeyen bir sahne ise hiç de insani değildir.). Ve herhalde bu yükselme ve düşme rejimi dediğim şey yüzünden, ben de bu seyirlikteki iki sahne kişisini hani açık renk gömlek giyenle, vişne çürüğü gömlek giyeni, Bedirhan Dehmen’le Şafak Uysal’dan ayıramadan yazıyorum, onların bu ikisi arasındaki incecik tülü sahnede devinirken sürekli havalandırmaları gibi, ben de bir onlara, bir sahnesel kişiliklerine yazıyorum. Ne zaman hangisiyle diyalog halinde olduğumu pek de çözemeden. Öyle olmalı.
Belki de en çok bu yüzden erkek dostluğunu, demek ki katlanmış ya da –var mı öyle bir ihtimal- paylaşılmış erkek ağırlığını dansın hafifliği ile yüklenmenin bu çalışmada bu kadar önemli olması. Bütün bir performansın görünmez bir parmakla o vaat edilmiş -neredeyse insana Salome’nin dansını anımsatacak kadar vaatkar bir dilsel yatırımla oyun broşürüne girmiş- dans sahnesine, kendi finaline işaret etmesi izleyiciyi kaçınılmaz bir biçimde yükseltilmiş bir beklentiye sokuyor; ve finalde itişmekten ve tökezlemekten yorgun düşmüş iki bedenin nihayet en olağan/üstü ritmini bulması ile beklentiyi karşılamaktan da öteye taşıyor, yani bir bakıma tatmin, arzuyu sollayıp geçiyor. Bizi, hem görüntü belleğimizden (ki o bellek diyelim Kral ve Ben’den, Kadın Kokusu’na sinema tarihinden unutulmaz dans sahneleriyle doludur), hem de toplumsal cinsiyet kabullerinin dansa da sirayet etmiş kurulumlarından aynı anda soyarak sahiden adamakıllı şaşırtıyor. Hiçbir şeyin parodisi olmadan, travestisi olmadan, basitçe kadının rolünü erkeğe vermeden, gerçekten iki erkeğin dansını seyrettiriyor. O yüzden Badiou’yu anmış olmalıyım ben de, dansın tanımsız bir yerden başladığını, dünyayı vaftiz etmeye soyunduğunu söylediği için. Müthiş. Bir tek bu belkisiz bir kesinlik taşıyor benim için.
Diyeceğim o ki, Güneşli Pazartesi can yeleklerinin kuşku uyandıran ve öyleyse hep biraz da tuzak olan tutulamamış vaadini tutuyor ve tek başına bu bile, insanda güven uyandırıyor. Ki insan bu güveni ne zaman duysa, mutlaka kaydetmeli. Hiç değilse deneyim(in) an(ıs)ını unutmamak için. Ben de burada bunu yapıyorum. Galiba.
.