Sunday, May 25, 2008

02 Dava Ala Turca

:: Fırat Güllü - MİMESİS Tiyatro Çeviri/Araştırma Dergisi ::
-----------------------------

Kerem Kurdoğlu ile yazıp yönettiği ve bu sefer alışılageldiği üzere “Kumpanya” olarak değil “GarajİstanbulPro” adı altında buluşan bir ekiple 16. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali için hazırladığı “İstanbul’da Bir Dava” adlı prodüksiyonun 17 Mayıs Cumartesi günkü seyircili genel provası sonrasında bir söyleşi yapma fırsatı bulduk.* “Kafka’dan serbest uyarlama” olarak tanımladığı bu oyun için konuşurken şu değerlendirmeyi yaptı: “Sürükleyici, seyirciyi peşine takan hikâyeler anlatmayı seviyorum; Brechtyen oyun tekniklerini kullanmayı seviyorum; seyirci ile Aristotelyen bir ilişki biçimi kurmayı da seviyorum.” Her zamanki deneyselci-araştırmacı tarzı içerisinde Kurdoğlu’nun bu son projesi için en iyi tarif gerçekten bu olurdu herhalde.

Yazarın kendisinin de belirttiği gibi oyunun Franz Kafka’nın davasıyla kurduğu ortaklık belki de sadece sinopsis düzeyinde kalıyor. Kurdoğlu Kafka’nın “Dava”sını her okuyuşunda çok etkilendiğini ama iş sahneye uyarlamaya geldiğinde çok sıkıcı bulduğunu belirtiyor. Bu anlamda Kurdoğlu’nun hikayesinin gerçekten de Kafka’nınkine oranla daha sürükleyici olduğunu belirtmeliyiz. Bazı açılardan Kumpanya’nın eski oyunlarından birisi olan ve polisiye-mitoloji olarak nitelendirebileceğimiz “Fayton Soruşturması”nı hatırlattığını bile söyleyebiliriz. Kurdoğlu’nun “Dava”sını Kafka’nınkinden ayıran en önemli fark tahmin edilebileceği gibi öykünün merkezindeki karakter. Kafka’nın modern bürokrasinin dolambaçlı yollarında bir karabasandaymışçasına dolanan ama ne olursa olsun “neden” diye sormaya devam eden modern Bay K’sı yerini, yükselme hırsları içerisinde yanıp tutuşan ve daha çok “neden ben” diye soran postmodern Bay K’ya bırakmıştı. Kafka’nın mistisize edilmiş, kendine has ritüllerle bireyi sürekli baskılayan modern devleti, varlığı ve yokluğu belli olmayan ama sosyalizasyon süreçleri içerisinde bireyin içselleştirdiği bir nevi sanal e-devlete bırakmıştı yerini. İstanbul’daki “Dava”, yazarının da belirttiği gibi, devletin kendisinden çok toplumun ürettiği bir devlet mitinin işleyişini mercek altına almayı amaçlıyor. Kurdoğlu bireylerin toplumsal yaşamı, kendilerinden bağımsız işleyen, asla oyuncusu olamayacakları, çok uğraşırlarsa ancak belki seyircisi olabilecekleri bir siyaset oyununun gölgesinde algılamalarından şikâyetçi. Ona göre devlet biziz, o efsaneyi biz yaratıyoruz ve sonra da esiri oluyoruz. Elbette ki somut bir devlet var, ama bunun üzerine kurulan komplo söylemlerinin bireylerin nesneleşmesine hizmet ettiğini savunuyor. Ona göre bireyler özne olmalı ve kendi somut eylemleri sayesinde devleti de değiştirebileceklerini, en azından etkileyebileceklerini görmeliler. Kariyerinin basamaklarında hızla yükselen ve son basamağa bir kala bir yıkılışa sürüklenen Bay K’nın hikayesinden çıkarılmasını istediği ders bu.

Karakterden söz etmişken şunu da vurgulamalıyız ki İstanbullu Bay K, postmodern bir anlatının merkezindeki bir özne olarak modernist anlatıdakinden farklı bir eklektisizm duygusu oluşturuyor insanda. Richard Sennet “Karakter Aşınması” adlı çalışmasında modern şirket hayatının ve burada örgütlenen iş bölümü mantığının çalışanlardan “karakter sahibi olmamalarını” talep ettiğini yazar. Karakter sahibi olmak, esnek iş bölümlerine yabancılaşmayı, sık sık değişen iş koşullarına uyum sağlamanın gecikmesini ve dolayısıyla “zaman kaybını” ortaya çıkaran bir unsurdur. Oyunun başında tipik bir üst orta sınıf üyesi olarak, sözünü ettiğimiz tüm bu nitelikleri kendisinde barındıran İstanbullu Bay K, “neden ben” sorusuna veremediği cevapların da etkisiyle metnin akışı içerisinde aşama aşama Praglılaşmaya başlar. Postmodernist bir anlatının modernist bir kahramanı olamayacağına göre artık sahneyi terk etmesi gerekecektir. Ancak bu değerlendirmeyi yaparken şunu da belirtmeliyiz ki metnin içerisinde yatan bu potansiyel evrim sahne üzerinde biraz daha vurgu kazanmalıydı. Kerem Kurdoğlu’nun sahneye taşımayı amaçladığı Aristotelyen nüveler içeren final sahnesi ancak bu şekilde haklılaştırılabilirdi. Bu görüşlerimizi yazara ilettiğimizde bize kendisinin ilgi alanının merkezdeki karakterden çok onun aracılığıyla sahne üzerine taşıdığı toplumsal çevre olduğunu belirtti. Ama biz bu ikisinin aslında birbirini dışlamadığını, hatta söz konusu toplumsal çevrenin, oyunun kahramanı betimlenebildiği oranda sahneye taşınabileceğini savunuyoruz.

Sahnedeki Brechtyen araçlara gelirsek... Kumpanya döneminden beri Naz Erayda’nın dekoru her zaman işlevsellik içermişti, oyunun kurucu öğelerinden olmuştu. Bu oyunda da basit ve Kerem Kurdoğlu’nun öyküye vurgu yapan reji anlayışıyla uyumlu tekerlekli platformlar belirliyor sahnelemeyi. Ekibin tüm elemanları birbirleri için sahneyi bozuyor ve kuruyorlar. Ve elbette ki pek çok Kumpanya oyunundan tanıdık gelecek eğlenceli şarkılar… Bu şarkılar İstanbul’daki “Dava”ya “ala turca” sıfatını kazandırıyordu diyebiliriz. Derya Alabora tarafından canlandırılan anlatıcının mekanikleştirilerek sahneye taşınması ve işlevsel sahne dekoruyla uyumlu biçimde sahnelerin geçtiği ortamları da betimlemesi ilgi çekici bir buluştu. Ve tabii ki mizah kullanımı...

“Dava Ala Turca”yı eğlenceli kılan tüm bu özellikler güçlü bir “ensemble” oyunculuğunu zorunlu kılıyordu elbette. Bu yön, geçmişte Kumpanya’nın en güçlü yanlarından birisiydi. Kerem Kurdoğlu ile yaptığımız söyleşide bu noktayla ilgili olarak ön plana çıkan bir tema da oyunun üretim koşulları ile ilgiliydi. Grubu takip edenlerin de bildiği gibi Kumpanya bir süredir askıya alınmış bir proje ve bunun en önemli nedenlerinden birisi İSM’deki geleneksel mekanını kaybetmesi. Kurdoğlu, Kumpanya projesinin bu mekanla varolduğunu ve biraz da bu mekanla birlikte kaybedildiğini itiraf ediyor. Yazar ve yönetmen olarak grubun üretim koşullarının bu değişimden ciddi biçimde etkilendiği tespiti kendisine ait. Pek çok tiyatro grubunun başında olan sürekli bir çalışma mekanına sahip olamama zaafı Garajİstanbul’un verdiği tüm desteğe rağmen “Dava”nın da üretim koşullarını ciddi biçimde zora sokmuş. Bu durum izlediğimiz son genel provada da hissediliyordu. Farklı oyunculuk kariyerlerine sahip ve farklı projelerden gelen bir grup oyuncuyu bir “ensemble” haline getirmek için zamana ihtiyaç olduğunu kabul etmeliyiz. Oyuncuların birçoğu oldukça deneyimli olsa bile…

Sonuçta yedi yıllık bir aradan sonra tekrar bir Kerem Kurdoğlu oyunu izlemek eğlenceli ve zevkliydi. Ardından gelen söyleşi için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Bir seyirci olarak Kurdoğlu’nun sonraki proje için çalışmaya bu kadar ara vermemesini ve bu sefer sahne üzerinde de olmayı ihmal etmemesini diliyoruz.


* Bu söyleşinin yayına hazırlanmış bir versiyonunun Mimesis’in 15. sayısında yayınlanması planlanmaktadır.
.